Son günlerde yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgını dünyanın tek gündem maddesi oldu. Virüsün büyük bir hızla yayılması tüm sektörleri ve sosyal katmanları etkisi altına aldı.

Bu salgının tam olarak ne gibi sonuçları olacağına ilişkin net değerlendirmeler yapmak şu aşamada zor olsa da ilk oluşturduğu etkiler üzerinden bazı değerlendirmeler yapmak mümkün. Şu ana kadar bıraktığı etkiler göz önüne alınarak Kovid-19 salgınının ekonomik, siyasi, askeri ve toplumsal düzeyde ciddi değişimlere neden olduğu ve olacağı görülüyor. Çünkü yeni tip koronavirüs salgını başta ekonomi, sağlık ve gıda sektörü olmak üzere hemen tüm sektörlerde ciddi sorgulamalara ve endişelere neden oldu. Tüm etki alanları düşünüldüğünde, virüsün bıraktığı izler, özellikle psikolojik etkisi bakımından dünyanın yeni bir döneme girdiğine işaret ediyor. Böyle ani gelişen krizlerin ilk etapta bazı keskin yorumları da beraberinde getirmesi tabiidir. Ancak dünyanın birçok bölgesinde çatışmaların sonlandırılamadığı, BM gibi çatı bir kuruluşun misyonunu yerine getiremediği, Batı'nın 'Batısızlığı' tartıştığı ve dünyanın sorunlarını çözemediği dönemde görülen Kovid-19 salgını, dünya tarihinin kırılma anlarından biri olarak tarihe geçebilir. Belki de kısa bir süre sonra, tarihsel süreç Kovid-19 öncesi ve sonrası şeklinde ayrılacak.

Soğuk Savaş dönemi sonrası küreselleşme, yeni dünya düzeni ve çok kutupluluk tartışmaları gündeme gelirken Kovid-19 salgını bir anda küreselleşmeyi adeta karantinaya aldı ve küreselleşmeye yönelik gidişatın sorgulanması tartışmalarını da beraberinde getirdi. Ayrıca ABD'nin bu salgınla mücadelesi, hegemon güç imajına zarar verecek bir yönelime girdi ve yeni dünya düzeni savunucuları da bundan nasibini aldı. Yeni tip koronavirüs salgınıyla mücadele kısa vadede başarılı olmadığı takdirde, küreselleşme ve yeni dünya düzeni tezleri büyük yaralar alacak gibi görünüyor. Çok kutupluluk tartışmalarının nispeten önü daha açık görünmekle birlikte, Çin'in salgınla mücadelede verdiği mesajlar, dünyanın sorunlarına çözüm bulmaktan ziyade aynı sorunların el değiştirerek devam edeceği, hatta belki de artacağı endişelerini beraberinde getiriyor.

Kovid-19'la farklı mücadele yöntemleri
Yeni tip koronavirüsün küresel sistemdeki ilk siyasi izleri, devletlerin karşılaştığı zorluklar, verdiği tepkiler ve aldığı sonuçlar üzerinden değerlendirilebilir. Kovid-19 ile mücadelede kriz yönetimi, sağlık altyapısı, yaşlılarla ortak yaşam, hijyen alışkanlığı ve (din destekli önlemler gibi) dini-kültürel kodlar, yaşlı nüfus oranı ve ekonomik kapasite temel faktörler olarak öne çıkıyor.

Virüsün çıkış noktası olarak görülen Çin'de yönetim, virüsün varlığını diğer devletlere zamanında bildirmemekle suçlandı. Diğer bir suçlamaysa 2007 yılında yayınlanan akademik bir makalede Çin'deki yemek kültüründe yer alan egzotik hayvanların yeni virüs tehditlerini beraberinde getirebileceğinin belirtilmesine rağmen, Çin'in gerekli tedbirleri almadığı yönündeydi. Ayrıca virüsün yayıldığı ilk günlerde Çin yönetiminin aldığı sert tedbirler ve virüsün oluşturduğu panik havasıyla birlikte halkın tedbirlere gösterdiği direnç, Çin halkının bir kesiminin yönetime karşı güvensizliğini de ortaya koymaktaydı. Öte yandan, virüsün laboratuvar çalışmalarıyla yayıldığı tartışmaları da Çin'e olan güveni sarsan faktörlerdendi. Benzer şekilde, Çin'in 2003 yılındaki SARS salgınında da dünyayı geç haberdar etmiş olması, Çin'in dünyaya açıklaması gereken pek çok konunun olduğunu gösterdi.

İlk etapta virüsün siyasi, ekonomik ve toplumsal düzeydeki olumsuz etkilerine maruz kalmış olsa da Çin'den gelen son haberlerde salgının kontrol altına alındığı, virüse karşı zafer kazanıldığı söyleniyor. Hemen bu haberlerin ardından Çin'in ihtiyaç duyan diğer ülkelere yardım etme haberleri ise tam bir hegemonya propagandası niteliğindeydi. Yani virüsün yayılma sürecinde pek çok soruya cevap vermesi gereken Çin, virüse karşı kazandığı nisbî avantajı adeta bir zafer havasına dönüştürdü ve bu hava üzerinden 'dünyaya yardım uzatan el' imajı geliştirmek istedi. Salgın sürecinde Çin, ilk başta sendelemiş olsa da hızlı toparlayan bir görüntü vermekle kalmayıp adeta dünyadaki yeni başat rolüne hazırlanıyordu.

ABD'de ise Trump yönetimi başlangıçta bu salgını ciddi bir tehdit olarak görmedi. Bu nedenle salgına karşı önlem almakta önemli bir gecikme yaşandı. Ayrıca ABD'de yönetim sağlık hizmetleri, maliyetler ve hizmetlerin yetersizliği eleştirilerine hedef olmaktaydı. ABD'de sağlık sisteminde özel sigorta şirketlerinin etkisinin yoğunluğu ve Trump yönetiminin iş başına geldiğinde 'Obamacare' olarak bilinen sağlık reformunu yüksek maliyetler nedeniyle iptal etmesi, bugün yaşanan sorunların habercisi niteliğindeydi. Öyle ki yetersiz kalan sağlık sistemi ekseninde devam eden tartışmalar, ABD seçimlerinde belirleyici bir rol de oynayabilir. ABD'nin sağlık sistemindeki sorunlar ve tedbir almakta gecikmiş olması, virüsle mücadelede ciddi zarar görme ihtimalini artırıyor. Şu anki tabloya göre ABD Kovid-19 salgınına karşı verdiği mücadeleden (en azından kısa vadede) başarılı çıkamayacak gibi görünüyor. Dünyayı etkisi altına alan bu salgın sürecinde diğer ülkelerin yardım talep edeceği ilk ülke olması beklenen ABD'nin, Kovid-19 salgını sonrası kendi sorunlarına odaklanarak nispeten içe kapanması beklenebilir.

Avrupa kanadında ise gelişmeler daha da içinden çıkılamaz bir hal almış durumda. Virüsün en hızlı yayıldığı ülkelerden biri olan İtalya'da hükümetin kriz sürecini yönetmekte ciddi zaaflar gösterdiğine tanık olundu. Tedbirlerin alınmasında yaşanan gecikme, sağlık sisteminin kapasitesinin yetersiz olması ve başlangıçta il düzeyinde yapılan bilgilendirmelerin virüsün taşınmasında oluşturduğu etki, ülkede yaşlı nüfusun yoğun olması ve yaşlıların çoğunlukla aileleriyle birlikte yaşama kültürü, virüsün hızlı yayılımında öne çıkan faktörler olarak yorumlandı. Kovid-19 salgınıyla mücadele sürecinde Avrupa Birliği (AB) ülkelerinden yardım talep eden İtalya'nın talebine karşılık bulamaması üzerine bu durumu 'Avrupa dayanışması için olumsuz bir işaret' olarak değerlendirmesi, AB'nin siyasal krizini bir kez daha gözler önüne serdi. Benzer şekilde Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic'in 'Avrupa dayanışması tatlı bir masaldan başka bir şey değil' ifadesi de Brexit sonrası dönemde bütünlüğünü tahkim etmeye çalışan AB'nin ne kadar kırılgan bir durumda olduğunun işareti. Salgının yıkıcı etkilerine maruz kalan Avrupa ülkelerinin acil ihtiyaç duydukları desteği Çin'den ve Rusya'dan bulması da Birliğin zafiyetini ve oluşan boşluğun hangi aktörler tarafından doldurulacağını gösteren gelişmelerdi.

İngiltere ise Kovid-19'la mücadelede başlangıçta 'sürü bağışıklığı' denilen farklı bir metodu tercih etti. Virüsün doğal yayılımı sonucunda insanların oluşturacağı bağışıklıkla virüse karşı mücadele edileceği söylenen bu metodun tek uygulayıcısının İngiliz hükümeti olması tepkileri de beraberinde getirdi. Bilim çevrelerinden gelen tepkilerin ardından hükümet metot değişikliği kararı vermiş olsa da, karar alma sürecinde sergilenen zafiyetin ağır sonuçları olması beklenebilir. Sonuç olarak İngiliz hükümeti de süreci yönetmekte sınıfta kaldı. Salgınla mücadelede göstereceği performans Başbakan Boris Johnson'ın siyasi kariyeri açısından belirleyici olacak.

Salgından olumsuz etkilenen Fransa da gereken önlemleri zamanında almamakla eleştiriliyor. Salgının Avrupa'da yayılmaya başladığı günlerde tartışmalı bir şekilde yerel seçimlerin ilk turunun düzenlendiği Fransa'da, hükümetin ilk aşamada İngiltere örneğini izlemeyi düşündüğü, bu ve benzeri bazı nedenlerle salgına müdahalede geç kaldığı söyleniyor. Almanya'nın salgınla mücadelede diğer Avrupa ülkelerine göre daha iyi bir konumda olmasında ise yeterli test kitinin bulunması ve sağlık sistemi kapasitesinin diğer ülkelere nazaran daha güçlü olması gibi etkenler sıralanıyor. Fakat kimi iddialara göre ise ölen kişilere test yapılmıyor olması, istatistiklerde ölüm oranının düşük kalmasını sağlıyor. İtalya'nın ardından salgından en fazla etkilenen ülke olan İspanya ile yine salgının yıkıcı etkilerine maruz kalan İran da salgınla mücadelede kritik kararları zamanında almamakla eleştiriliyor.

Doğu Asya ülkelerinden Güney Kore, Singapur, Tayvan gibi ülkelerin Kovid-19'un yayılımını daha kontrol edilebilir seviyelerde tuttuğu görüldü. Bunun en önemli nedenleri olarak ise daha önce bu bölgelerde görülen SARS virüsü sonrası alınan önlemler ve bu ülkelerin Çin'e yakınlıkları sonucu konunun ciddiyetini kavrayarak sert tedbirler almaları gösterildi. Güney Kore'nin test sayısında görülen artış da mücadelede önemli bir etken olarak değerlendirildi.

Türkiye ise işaret edilen diğer ülkelere göre Kovid-19'la en son karşılaşan ülke oldu. Bu nedenle, vaka sayısı gibi sayısal değerler üzerinden yapılacak yorumlar için henüz erken olduğu söylenebilir. Ancak salgına karşı alınan önlemler, Kovid-19 tehdidi çevre ülkelerde görülmeye başlandıkça artış gösterdi. Kovid-19 vakalarının görülmesinin ardından okulları tatil etmek gibi önlemlerin kısa sürede alınması, dünyadaki örneklerden yola çıkarak tedbirlerin güçlendirildiğine işaret ediyordu. Türkiye'nin bu süreçte diğer ülkelerden en çok ayrışan yönü ise karar almakta herhangi bir tereddüt göstermemiş olması. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca'nın (Bilim Kurulu ile eşgüdümlü) kriz yönetimi milletten büyük bir takdir topladı. Bu anlamda birçok ülkenin gösteremediği psikolojik direnci, Türkiye şu ana kadar gelişen süreçte göstermiş oldu.

Kovid-19 sonrası dönemin sinyalleri
Kovid-19 salgını sonrasına ilişkin en çok gündeme getirilen konular arasında, bu türden acil durumlara müdahale kapasitesini tahkim etmek amacıyla devlet otoritesinin güçlendirilmesi, dijital dünyanın gelişimi ve sanal ortamda alışverişin daha da yaygınlaşması konuları öne çıkıyor. Petrol üretimine ve fiyatlarına ilişkin anlaşmazlıklarla birlikte, Kovid-19 salgınının ekonomik etkileri, bu belirtilen alanlarda Çin'e bazı avantajlar sağlıyor. Diğer taraftan Çin'in dünyayı tedirgin eden iç yapısındaki baskıcı ve güven vermeyen tutumu, Çin'e kıyasla diğer bazı Doğu Asya ülkelerinin bu süreçten daha az zararla çıkabileceğinin işaretlerini veriyor. Almanya, tartışmalı da olsa Avrupa'da bu çalkantılı dönemden nispeten başarılı çıkması muhtemel bir ülke olarak beliriyor. Benzer şekilde Türkiye, sağlık hizmetlerinin kalitesi ve yaygınlığı açısından ve kriz yönetiminde sergilediği başarıyla dünyaya yeni açılımlar sunabilme işaretleri veriyor. Ayrıca bu süreçte, birçok devletin kendi derdine düşüp vatandaşlarını diğer ülkelerde bıraktığı bir ortamda, Türkiye'nin sergilemiş olduğu diplomasi örneği hem vatandaşlarının güvenini tazeleyecek nitelikte hem de küresel bir sorunla mücadelede dayanışma tavrının somut bir örneğini sunmakta.

Bu sürecin pek gündeme getirilmeyen bir başka konusu ise artık milletlerin yönetim süreçlerine daha fazla dahil olmak istemesi olabilir. Halktan gelen tepki ve taleplerin Kovid-19 salgınıyla mücadelede hükümetlerin tedbir almasında ve karar değişikliğine gitmesinde önemli rolü olduğu çeşitli örneklerde görüldü. Çin salgınla mücadelede, komünist rejimin birey üzerindeki mutlak tahakkümünün ve kontrolünün avantajlarını kullandı. İngiltere ise (en azından ilk aşamada) uygulamayı öngördüğü sürü bağışıklığı yöntemiyle, mücadelede bireylerin sorumluluğunu ve kontrolünü öne çıkarmak istedi. Günün sonunda bu iki tutumun da sıkıntıları tecrübe edilmiş oldu. Bu süreçte Güney Kore, Singapur, Tayvan, Almanya ve Türkiye modelleri öne çıkabilir. Bu ülkelerin öne çıkmasında sağlık altyapılarının gelişmişliği, geçmiş salgınlardan edinilmiş tecrübe ve kriz yönetiminde karar alma mekanizmalarının hızlı ve etkin olması gibi faktörlerin belirleyici olduğu söylenebilir. Devlet-birey ilişkisine 'İnsanı yaşat ki devlet yaşasın' düsturuyla bakan ve sağlık sektörüne bugüne kadar çokça yatırım yapan Türkiye, böylesi günlerde krizi yönetme kapasitesinin güçlü olduğunu gösteriyor. Yani sosyalist düzenin devletçiliği ve kapitalist düzenin bireyciliği arasında orta bir noktada yer alan Türkiye, bireylerin varlığı ve sağlığıyla devletlerin var olabileceğinden hareketle, dünyaya bu tarihsel bakışı yeniden hatırlatabilir.

Kimi zaman krizler yeni oluşumlara, bakışlara ve çözümlere yönelme ihtiyacı doğurarak dünyanın dönüşümüne zemin hazırlayabilir. Önemli olan krizin aşılabileceğine dair inancı kaybetmemek ve krizi aşma yollarını görebilmektir. Sonuç olarak, böyle ani beliren krizler tümüyle engellenemez ancak yönetilebilir. Krizi yönetebilenlerse dünyadaki değişim ve dönüşüme en çok katkı sağlayanlar olacaktır.

[Mustafa Öztop Marmara Üniversitesi Ortadoğu Siyasi Tarihi ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı'nda doktora öğrencisidir]

Editör: Haber Merkezi